DAĞDAN DAĞA DUMANLA BAĞIRMAK

Bir Kızılderili atasözü şöyle der: ''İki insan yan yana tartışıyorken bağırıyorsa, yan yana olan bedenleridir ruhları değil; onlar ruhlarına seslerini duyurabilmek için bağırıyorlardır.'' Kızılderili atasözü deyince yüzlerce yıl önce söylenmiş doğruluğu tartışılmaz sözler geliyor benim aklıma. :) Anlaşılan o ki konuşurken bağırma hastalığı yüzyıllardır devam edegelmiş bir sorun...
Tartışma: iki insanın ortaya yeni bir şey koymak veya anlaşmak, uzlaşmak için yaptığı istişare, fikir alış-verişidir. Yani ortaya yeni bir eser konulabilmesi için bilginin tek yönlü olmaması gerekir. Tez-Antitez-Sentez ilkesi gereği yeni bir şey için var olan şeyin zıttı gerekir. ''Ortamda; ne kadar çok görüş varsa o kadar doğru, ne kadar çok zıt varsa, o kadar gerçek vardır.'' 
Ancak gördüğüm o ki, kültürümüz ''Birisiyle tartışıyorum'' ile ''Birisiyle sözlü kavgaya tutuşuyorum''  aynı anlama gelecek kadar yanlış bir yapıya sahip. Ve bu bizim için temel bir sorun. Düşünün; eşinizden, çekirdek ailenizden tutun da meclisimize, meclisimizdeki siyasetimize kadar konuşurken bağırma hastalığına sahip değil miyiz? 
En sevdiğimiz insandan tutun da, yolda giderken çarpıştığımız insanlara kadar herkesle şimdiye kadar en az bir kere tartışmışızdır. Ve hepsinde de 'sesimizi yükselttiğimizde' herhangi bir olumlu  dönüt alamadığımızı görmüşüzdür. Tartışırken (Burada tartışmaktan kasıt sözlü kavgadır) sesimizi yükselttiğimizde hiçbir şeyin düzelmediğini gördüğümüz halde, neden bu eyleme devam ederiz peki?
Cevabı basit. Doğa kanunlarını düşünün. Güçlü olanın sesi çok çıkar her zaman. Güçlüysen avlayıp yiyebilir, barbarlık yaparak diğerlerini gasp edebilirsin. Modern toplumda yaşıyoruz diye bu kuralların peşimizi bırakacağını düşünmek elbette eksik düşünmek olurdu... Her birimizin tartışırken bağırması aslında güçlü olduğuna olan inancının eğilimlerince tamamlanmasını içerir. Bağırdığında sözünün dinleneceğini zanneder. Günümüz modern aile ve toplum yapısını realist bir perspektifte inceleyip düşünecek olursak güçlü olanın (Belki bir ailenin babası, belki ülkenin iktidarı, belki baş muhalefetin en güçlüsü, belki sokaktaki en iri yarı oyun arkadaşı…) bağırarak sözünü geçirmesi sadece güçsüz olanın kendi doğrularını bastırarak güçlü olanınkinin dikta edilmesidir. Bu teorinin tek sonucu, bu vahşiliğimizi törpüleyip modern hayata uyum sağlatmamız gerektiğidir.
Bu konuya son günlerde araştırmalar ve gözlemler ile üstünde kafa yorduğum başka bir teoriyle açıklık getireyim. Bana göre o an uzaklaşıp bağırmanın bir diğer sebebi, anlık biriktirdiğimiz stresin ortamı germek suretiyle karşı tarafa da pay edilip anlık rahatlamaya meyilli oluşumuz. Yani biz sinirlendiysek karşımızdakine de kötü hissettirerek bizi empatisel olarak anlamasını zannetmeye meyilliyiz. Peki tartışma esnasında oluşan bu strese ne sebep oluyor?
Farz edelim ki; sakin sakin oturuyoruz. Çok değer verdiğimiz birisi (Belki eşimiz, belki sevgilimiz, belki annemiz, belki babamız...) bizim için kesinlikle doğru olan hayati bir konu hakkında bize ters olan bir şey söyledi. Freud'un ''ID'' yani benlik dediği kısımdan önce ''Bunu böyle nasıl düşünürsün!'' diye bir ses duyarız. Sonrasında karşımızdakinin tepkisine de bağıntılı olarak onu düşmanlaştırmaya yöneliriz. Ve artık sakinleşene kadar o bizim için bir düşmandan ibarettir. 
Hatta bazen iş bu aşamaya geldiğinden sonra rest çekeriz. ''Sen bittin artık benim için'' moduna gireriz. İşte biz bunu törpüleyerek işe başlamalıyız. Çünkü (altı dolu veya boş hiç fark etmez) rest çekmek, karşınızdakinin size olan saygısından tüketmektir. Çünkü ilişkiniz sevgi değil korku ve tehdit üzerine temellenmeye başlar... Ve bu sağlıksız ilişkileri beraberinde getirir.
Farklı görüşlere karşı biraz daha açık, bizden farklı düşünenlerin kayıp değil zenginlik olduğunun farkında olarak işe başlayabiliriz. Eğer o anki durumda karşınızdakine karşı saygı duymak istemediğinizi hissediyorsanız, onun sözleri sonucunda bir değişime dahil olsanız dahi bunun en kötüsü olmadığını, onun da kendi içinde temelli bir fikir olduğunu kabul etmeliyiz. Bu bazılarımız için çok büyük meşakkat gerektiriyor olabilir bunun içinse tavsiye edebileceğim en büyük şey ''Telkin''dir. Günlük hayatta çay içerken, otururken, düşünürken sadece değiştirmek istediğiniz özelliğiniz hakkında ''Ben bu konuda böyle yapmalıyım.'' diyin. İnanmasanız da, inansanız da o sürekli söylediğiniz şey sizin doğrunuz olmaya kendini gerçekleştiren kehanet ilkesi gereği günden güne yaklaşacaktır.
Kızılderili kabilesinde hayatı sürdürmek için iki önemli şey vardı: oklar dünyanın en zehirli hayvanı olan zehirli ok kurbağalarının  ''batrakotoksin'' zehiriyle, en şifalı ilaçlar ise amazon kurbağasının tıp dünyasının ismini henüz koymadığı zehriyle yapılırdı. İlişkilerimizde, hangi kurbağayı kullandığımıza dikkat etmeliyiz, unutmamak lazım ki;  ''Yapmakla Yıkmak Aynı Şey Değildir.''  
        
Farklı bir bakış açısı kazandırmak dileğiyle;
Sağlıcakla kalın... :)






Yorumlar

Popüler Yayınlar