EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ-PAULO FREİRE (KİTAP ANALİZİ)

Görsel sonucu
İnsanlaşma; adaletsizlik, baskı, zulüm ile engellenir ancak ezilenlerin özgürlükleri için savaşmaları ile olumlanır. Tıpkı Fransız İhtilali’nde olduğu gibi, ezilen halkın egemenliğini sağlama mücadelesi buna örnek verilebilir: bir ezen kitle vardır, bir de ezilen.
İnsandışılaşma sadece ezilenlerin mahkûm olduğu bir şey değildir. Zalimler yani ezenler de insandışılığı yaşarlar. Ezilen mazlumlar ellerinde olmayan sebepler sonucu insandışılığa itilirken, ezenler de bu durumu ‘ezme eylemini gerçekleştirmenin insandışılaştırıcı olması’ ile yaşarlar. Fakat bunu sürekli işleyen dünyanın bir gerçeği olarak görmek doğru değildir. Çünkü eğer böyle olursa ezenler her zaman ezmeye devam eder, ezilenler ise her zaman ezilmeyi sürdürür. Bu durum; adaletsiz bir sistemin sonucu olarak görülmelidir. Ve bu sistem ezilenlerin inandığı bir dönüşüm fikriyle yeniden inşa edilmelidir.
Ezilenlere insandışı hissettirmek onların ezenlerle mücadele etmesine neden olur. Bu noktada ezilenler mücadelelerinin anlam kazanması için ezenleri ezmeye değil, kendileri ve ezenlerini özgürleştirmeye çalışmalıdır. Çünkü bunu başarabilecek olan ezilenlerin erkidir; ezenlerin egemenliği bunu yapabilecek güce sahip olamayacaktır. Çünkü ezme eyleminin bir özrü olmaz. Özrünün olmayışının sebebi ise ezen kitlenin bir ezme kültürü içinde oluşmuş olmasıdır. Onlar ezmemeye niyet etseler dahi ezmemenin ne demek olduğunu bilmedikleri için ve bununla baş etmekle zorunlu tutulmadıkları için ezilen kitleyi asla anlayamazlar.
Ezenler kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için, sahte yüce gönüllü davranırlar. Yani yardım etmek için kötü durumlar yaratırlar. Örneğin savaş çıkartırlar, yardıma giderler böylece iktidara olan güven tamamlanır. Bela açma işi gizli, yardım açıktır. Bu durumun delili ise sorun çıkartıcının ortadan kaldırılma fikrinin iktidarı korkutmasıdır. Şöyle ki, ezen kitle gayet yardımsever ve alçakgönüllü görünürken birden o an ezenlerin amaçladığı düşünülen şeyin -önceden ezen kitlenin yaratmış olduğu kaos- ortamdan çıkarılacağı duyulduğunda ezen kitle öfkelenir. Eğer gerçek bir yardımsever olsalardı gösterecekleri tepki öfke ve asabiyet olmayacaktı. Gerçek yüce gönüllülük sahte yardımseverliği ortadan kaldırmaktan ve gerçekten yardım etmekten geçer.
Kurtuluş ezilenlerdedir. Çünkü ezenlerin kötü olan hiçbir şeye karşı empatileri yoktur, yaşamamışlardır bir kere. Ezilenler ise özgürlüğü, sevgiyi ve iyi olan her şeyi rastlantı eseri değil; mücadele ruhu ile kazanmışlardır. Özgürlük en çok hapishanedekiler için anlamlıdır. Marx’ın da dediği gibi: ‘Sarayda başka düşünürsün, gecekonduda başka.’
Ezenler, ezilenlere ezici olma modeliyle örnek oldukları için ezilenler ezenleri saf dışı bıraktıkları ve iktidara sahip oldukları takdirde model alıp özdeşleştirdikleri şeyi uygulamaya geçerler. Gücü kime verirseniz diğerini ezmeye çalışacaktır bu adaletsiz sistemde*[1]. Çünkü gördükleri şey budur. Günümüzde de ‘Çok para kazanmak mı yoksa diğerlerinden çok para kazanmak mı?’ sorusu da bu bağlamda bu ideolojinin devam ettiğinin göstergelerinden biridir. Netice itibariyle farkında olmadan ezenlerin yerini almış olurlar: Tıpkı elitlerin dolaşımındaki gibi*[2].
Özgürlük fethedilir, armağan olarak alınamaz. Kendi içlerinde özgürlüğe karşı bir özlem besleyenler, besledikleri duyguyu fark ettiklerinde bunu hisseden tek kişi oldukları müddetçe bu durumun dış dünyada vücut bulamayacağını da fark etmiş olur. Bu özgürlüğe karşı hasret duyanların bölünmüş olduklarını görürler. Ezilenlerden bir kısım var olan sisteme uyum sağlayıp boyun eğmedikçe zarar göreceğini düşündüğü için hiçbir şekilde yoldaş olmayı seçmezler. Hatta mücadelede insanlaşma uğruna savaşanları kendi varlıkları açısından tehdit olarak görürler. Küçük Kara Balık[3] hikayesinde meraklı ve küçük kara bir balığın yaşadığı küçük su birikintisinden dışarı seyahat edeceğini, oraları da görmek istediğini söylediğinde diğer balıkların ona verdiği tepkiler işte tam da buraya örnek olarak verilir. İşlevsel açıdan baskı boyun eğdirici ve evcilleştiricidir. Bunu kırmanın tek yolu praksistir[4].
Ezilenlerin pedagojisi kitabı hem ezilenlerin hem de ezenlerin, insandışılaşma çarkı olduklarını fark etmelerinde bir araçtır. Özgürleşme ise ancak ezen ve ezilen çelişkisini tüm insanların insanlaşması yolu ile mümkün olabilir. Ezilenlerin içinde bulunduğu duruma umutsuz bakmaları yerine yeniden inşa ve dönüştürme nedeni olarak bakmaları tüm insanların insanlaşması için yönlendirici güç olması bakımından önemlidir. Bu yönlendirici güç özgürleştirici eylem için gerekli enerjiyi sağlar. Tez + Antitez = Sentez mantığıyla kurulacak olan Ezen + Ezilen = Varlık önermesinin bilinmesi ezilenleri kurtarmaya yetmez ancak onların insanlığı kurtarması için gerekli motivasyonu onlara sağlar. Ezilenlerin mücadelesinin başlaması için ön koşul kendi güçlerinin ve ezildiklerinin farkına varmalarıdır.
Okullardaki ‘bankacı eğitim modeli’ ne göre öğretmenlerin görevi öğrencilerini daha önceden belirlenmiş olan müfredat konularıyla doldurmaktır. Burada öğretmen bir sürahi, öğrenci ise bir kap gibidir. Öğretmen ne kadar doldurursa, öğrenci taşmadan ne kadar dolarsa o denli iyi ve başarılı sayılır. Bu sistem ezen -yani müfredata hükmeden- açısından kusursuzdur. Çünkü sistemin girdisi olan öğrenciler eğer dolmayı kabul ederse başarılı, dolmayı kabul etmezse veya zihni dolmaya müsait değilse marjinal sıfatlarını alırlar. Bu da onların her birinin ya susturulmasına/susmasına ya da dinlenilmeme ve kaderine mahkûm bırakılmasına neden olur. Zira, verilen bilgileri ezberleyip rakibi gözüyle baktığı arkadaşlarını sollayan kişiler toplumda saygın meslekleri elde ettiklerinde sistemi sorgulamayı seçmez; öte yandan derslerinde başarısız olanlar ise zaten ‘dinlenilebilecek kadar zeki’ değillerdir. İşte bakış açısının bu kadar sistem tarafından çevrili olması, insanları sistemin sürekliliğini sorgulayamamasını sağlar ve bu ucu çıkmaz bir paradoksa döner.
            Bankacı eğitim modeline göre; öğretmen düşünür ve her şeyi bilir. Bu asla sorgulanamaz. Çünkü sürecin bu noktasında evrensel olan bilginin ‘Otoritesi’ aslında öğretmenin otoritesi ile karıştırılır (Bilmek, erdemdir. Erdemli olan saygı duyulandır. Sistemde bilen ise öğretmendir. O halde öğretmen erdemli olandır, koşulsuz şartsız saygı duyulmalıdır). Otorite figürü halinde olan öğretmenin anlattıkları uslu uslu dinlenir. Öğrenciler de bunları ne kadar çok ezberler ve tekrar ederlerse sınavlarda o kadar başarılı olurlar. Öğretmen müfredatı seçer ve öğrenciler buna uyar. Öğrenciler bir iş yapıyorlarsa o işi öğretmen izin verdiği müddetçe yapabilirler (Kimi zaman ‘bu işi ben yapıyorum!’ yanılgısına düşerler; aslında onu yapmalarını öğretmenleri istiyordur). Dersi dinlemeyen veya sistemi zorlayan öğrenciler öğretmenler tarafından disipline edilir ve belirlenmiş yaptırımlar uygulanır.
            Bankacı eğitim modelinde bilgi gerçeğin bilgisi değildir. Gerçeğin yorumlanmış bilgisidir. Yani öğrencilere gerçek bilgi yerine gerçeğin bir görüntüsü öğretilir. Bir başka görüntüye yer verilmez. Çünkü gerçeğin bilgisi ezenleri destekleyici nitelikte değildir ve bu yüzden öğretilemez. Öğrenciler gerçekle birebir muhatap olmaz. Gerçekle zaten muhatap olunmuştur ve çıkan sonuç öğrenci tarafından ezberlenmelidir. Bu bana George Orwell’ın 1984 distopyasındaki kara ama gerçek haberleri güzel ama sahte ve yorumlanmış haberlerle değiştirmekle görevli olan kurumu hatırlatıyor[5].
            Öğrenciler gerçekle muhatap olamazlar. Çünkü zihinleri en başından itibaren yük olan ezber bilgiyi ezberlemekle görevlendirilmiştir. İnsanlar sürekli ders çalışmalıdır çünkü başarılı olmak için bu şarttır. İşte insanların kafalarında bu kadar yük varken kimse çıkıp varolan sistemi sorgulayacak enerji ve vakti bulamaz. Bu daha evvel de bahsettiğimiz paradokstur.
            ‘Başarılı olmak için çok çalışmalısın’; diğer bir deyişle çok ezberlemelisin… Ezenler sistemin girdisi olan insana bu önermeyi koşul olarak sunar. Sonra da onlara ‘Bak seni eğitmesi için öğretmenin var’ veya ‘Ben senin öğretmeninim, sana yardımcı olmak için varım’ dedirtir. Bu kitabımızın ilk başında da bahsedildiği gibi ‘sahte yüce gönüllülük’ ten başka bir şey değildir. Ezenler, önce problemi yaratır daha sonra sanki problem dışardan gelmiş gibi yaparak ezilenlere yardımcı oluyor gibi yapıp kendi iktidarlarını meşrulaştırırlar. Hatta kendi sistemlerinde öğretilen yorumlanmış bilgileri ezberlemek istemeyen veya ezberleyemeyenleri marjinal olarak nitelendirirler ve onları saf dışı bırakıp toplumdan dışlarlar. Böylece o insanların ilerde birer suç makinesi olmaları için gerekli şartlar sağlanmış olur. Çünkü o marjinaller kendilerini topluma ifade etmeye çalıştıklarında sözleri ve özgürlük savaşları sadece birer palavra gibi görünür. Bu durum onlara aciz hissettirir ve onlar bu durumun hissettirdiği durumdan kurtulmak isterler. Sonrasında ise ya varolan ezicileri ya da bir başka ezici sistemi taklit ederek konuşurlar ve onlar gibi davranmaya ve olmaya çalışırlar. Kendilerini bunu yaparken özgün hissettiklerini sanırlar ve özgür olduklarını düşünürler ancak gerçekte olan tek şey bir başka sistemin savunuculuğunu yaptıklarıdır. Ezilenler özgürlük mücadelelerinde başarılı olduklarında onlara rol ve model olan ezenleri gibi davranmaları durumunda nasıl ki aslında özgür olmamış oluyorlar ise marjinal insanlar da kendilerini kurtarmak istedikleri acizlik durumundan kurtulmak için bir başka eziciliği savunurken özgür olamaz. Bu da insandışılaşmanın bir başka versiyonudur.
Bankacı eğitim modeli insanları ‘şeyleştirmek’, ‘nesneleştirmek’ ve özne olmaktan koparmak için vardır. İnsanların düşünmelerini kontrol altına almak, tek bir düşünce yapısı oluşturmak ister. Bir topluma bir manzara resmini; bir ev, iki dağ, bulut, dağların arasından güneş, küçük bir akarsu, iki çocuk, top çocukların arasına olarak kodlatan sistem tam olarak budur. Problem çözümleyici eğitim sistemi insanlara aya, marsa veya bir başka gezegene adını yazmayı sağlarken; bankacı eğitim sistemi Trabzon/Uzungöl’ü bize tek tip manzara olarak öğretir.
            Problem odaklı çözümde ise eğitim ve öğretim çok daha farklı olmalıdır. Öğretmen ve öğrenciler yerine; öğrenen öğretmenler, öğreten öğrenciler vardır. Dış dünyada bulunan bilgiye hem öğretmen hem öğrenci ulaşır. Sonra tartışma ortamı yaratılarak fikirler paylaşılır ve bir Çin atasözünde olduğu gibi ‘Alanın da verenin de iki bilgisi olmuş olur.[6]’ Bankacı sistemde öğretmen bir ceviz ağacı görüp ‘Bu bir ağaç’ der. Sınıfa gelip ceviz ağacını ‘Ağaç’ olarak ezberletir. Sistemin çıktısı olan mezun öğrenci doğada göreceği bir elma ağacı ile belirsizliğe uğrar. Oysa problem odaklı eğitimde öğretmen ceviz ağacını ‘Ağaç’ olarak biliyordur, öğrencisi ise gerçekle muhatap olduğu için ‘Elma ağacının’ da bir ağaç olduğunu bilir. Ve öğrenme ortamında paylaşılacak bilgi ile hem öğretmen ‘Ağaç’ tanımına güncelleştirme uygular, hem de öğrenciler yeni bir bilgi öğrenmiş ve paylaşmış olurlar.
            Problem odaklı sistemde sistemden dışlanan hiç kimse olmaz. Çünkü marjinal olarak çağırılan ve hitap edilen kimse en başından yaratılmamış olacaktır. İnsan doğası gereği merak eder. Problem odaklı eğitim öğrenmek için öğrenmenin vereceği mutluluğu bankacı sistem gibi insanları entegre ederek değil, insanları ‘kendileri için varlıklar’ haline dönüştürerek verir. Bu da insanları suç makinesi haline getirmek yerine kendilerini gerçekleştirmelerini sağlamaktır.
            Problem odaklı eğitim sisteminde öğretmen ve öğrenci iletişimi çok önemlidir. Öğretmen; bir otorite figürü olarak değil, öğrencilerin gerçeğin bilgisini öğrenmeleri yolundaki partneri olmalıdır. Çünkü gerçek öğrenme ancak ve ancak iletişim yoluyla olabilir; öğrencileri fildişi kulelere hapsederek değil. Dolayısıyla öğretmenin düşünmesinin işlevselliği öğrencilerini düşünmeye sevk edip etmemesi ile ölçülebilir. İnsan kendi kendini eğitebilir, kendi kendine doğruya ulaşabilir, zira doğada tek bir doğru yoktur. Öğretmenin görevi burada öğrenciye destek olmak, onu cesaretlendirmek, ilham olmak ve yaşatmaktır; ona kendi fikirlerini ve ezenlerin yorumlanmış bilgilerini aşılamak değil.
            Özgürleşmeyi gerçekten çok isteyen ve bu uğurda mücadele eden ezilen kitlenin görevi bu bankacı eğitim modelini tümüyle reddetmektir. İnsanları bilginin pasif birer alıcısı değil, aktif birer üreticisi olarak görüp kavramalıdır. Özgürleştirici eğitim çalışması, idrak edimlerinden meydana gelir; insan bilincinin, bilinci olarak bilinç olduğuna inanır. Böylece öğrenciler öğretmenin mülkü olmaktan çıkar ve eleştirel düşünme edimini oluşturan birer araca dönüşürler. Problem odaklı eğitim modelinin amacı öğrencileri doxa yani sanılan bilgi, sanrı olandan kurtarıp, logosun yani gerçeğin bilgisine sevk etmektir. Öğrenci ne kadar sorgular, düşünür ve eleştirel bakarsa o kadar daha az yabancılaştığı bir dünyaya sahip olur. Sorguladıkça daha çok problemle karşı karşıya kalır, bunların hakkında da düşünmeye ve eleştirmeye başlar. Böylece sorumluluk alma duygusuna sahip olmuş olur. Bu da zaten eğitimin ana amacıdır ve eğitim bu şekilde insanı ‘Bilinçli’ bir varlık haline getirir: ‘Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değer değildir[7]’.
            Gerçek düşüncenin problem odaklı eğitim modelindeki yeri ne insansız bir dünya ne de dünyasız bir insandır. Problem odaklı eğitim modelinin gerçek düşüncesi ‘İnsanın Dünyasındaki Yeridir’. Yani bir anda bir virüsle dünyaya yayılan ölüm ve yokolan bir yaşam düşündüğümüzde artık o dünyaya ‘Dünya’ diyecek kimse kalmayacaktır: ‘Bilinç ve Dünya birlikte bulunmaktadır.’
            İnsan reflektif düşünmelidir. Yani ne düşündüğünü düşünmelidir. Çünkü yeni şeyler düşünebilmenin yolu düşünmektir. Tıpkı bir tabloya baktığımızda dikkatimizi bir noktaya odakladığımız anda o şeyin tablodaki her şeyden daha detaylı inceleniyor olması gibi düşündüğümüz düşünceler üzerine ne kadar düşünürsek o kadar detaya inebiliriz. Bu, insanlık için sorumluluk gerektirir çünkü gerçeklik sürekli dönüşüme uğrar. İnsanın bitmemiş karakteri ve gerçekliğin bu şekilde sürekli dönüşüyor ve değişiyor oluşu da insanlığa ömür boyu ve sürekli eğitimi zorunlu kılar. Öte yandan bu durum birçok konu hakkında her şeyi bilmek yerine bir konu üzerinde birçok şey bilmeyi iş birliği açısından çok daha pragmatist kılar. Frederick Taylor’un ‘iş parçalara ayrılmalı, herkes kendi uzmanlaştığı işi yapmalıdır[8]’ önerisindeki gibi artık ‘Bir işi mükemmel yapmak’ önem kazanmaya başlar. Düşündüğümüz detay bilgilerimiz pratiğe geçtiğinde asıl önemini muhafaza eder.
Bankacı eğitim sistemi insanları her zaman geçmişte ve orada tutar. Çünkü insanlar eğer şimdi ve burada olurlarsa, şu anı sorgular. Ancak problem odaklı eğitim sisteminde geçmiş sadece ders alınmak için vardır, gelecek hakkında yordama yaparken geçmişten yararlanılırken her zaman şimdi ve burada çalışılır: ‘Kader; seni kontrol eden değil, senin kontrol ettiğindir’ diyerek modern dünya anlamıyla kaderciliğin kabul edilemez olduğunu vurgular.
Yaratıcılığı, eleştirel düşünceyi ve sorgulamayı engelleyip gerçekliği mitleştiren; insanların kendi kararlarını almalarını istemeyen bankacı eğitim modeli; kadercidir. Ancak değişim ve sorgulama güdüsü bu kaderciliğin varlığına karşıdır. Bu bağlamda bankacı eğitim modeli insan doğasına aykırıdır. Çünkü kişiler nesne değildir, eleştirel düşünen birer araştırmacıdır; merak sahibidir. Bilincin amaçlılığı evcilleştirilemez, gerçek eyleme teşvik eder. Ezilenler hep beraber kurtuluş ve özgürlük için mücadele ederken bu ilkelere bağlı kalmalıdır, aksi takdirde süreç yine başa dönecektir: hiç kimse diğerinin özgür olmasını engellerken gerçekten insan olamaz. Eğer bir sistemin gerçekten ezip ezmediğini anlamak isterseniz ona ‘Neden?’ diye sorun. Çünkü hiçbir ezme/ezilme düzeni bu soruyu sormak için fırsat tanımaz.
Bankacı eğitim kullanılarak iktidar sahibi olunduysa artık problem odaklı eğitim modeline geçişin imkânı yoktur. İlk andan itibaren devrimci liderler problem odaklı çözümün ilkelerine bağlı kalmak ve insanın üretken bir canlı olabileceğine güvenmek zorundadır.
Praksis denilen kavram söz (işin fikirsel boyutu, düşünce) ve eylemin (Devrimin fiziksel boyutu) bir arada olmasıyla mümkün olabilecek bir olgudur. Eğer devrim için gerekli olan söz olur ama eylemsizlik olmazsa buna boş laf veya dırdır denir (İstisna olan bir durum özetin devamında açıklanacaktır). Bunun aksinin olması halinde ise yani düşünmeden hareket etme olan sözün yokluğuna karşın eylemin varlığı durumu amaçsızlığı, fikirsizliği ve hüsrana uğramayı beraberinde getirir.
Praksisi tüm devrimcilerin söylemesi gerekir. Aksi takdirde bir zümre söyler başka bir zümre söylemezse bu birilerinin başka birilerine emir buyurması olur -ki bu da ezenlerden olmayı beraberinde getirir-. Öte yandan dünyayı dönüştürme fikri olan insanlarda konuşma özgürlüğü bulunmayanların önce bu insandışılaştırıcı etkiden kurtulmaları gerekir. Konuşamamak demek olan iletişimsizlik, diyaloğun temel yapıtaşıdır.
Diyalog varoluşsal bir gerekliliktir. Bir yaratma davranışıdır, edimidir. Bu bağlamda bir insanın bir başka insan üzerindeki egemenliğinin kullanışlı bir aracı olarak hizmet edemez. Diyalog kavramının ilk kuralı ise devrimci liderin ve devrimcilerin arasında bulunması gereken bir gerçeklik olduğudur. Diyaloğun varolması için;
a.      Sevgi olmalıdır. Derin bir dünya içinden gelecek olan sevgi olmadığı müddetçe diyaloğun varolması mümkün değildir. Örneğin egemenliğin olduğu bir yerde sevgi tohumları ekilemez, zira egemenlik egemen olan kişide sadizme, egemen olunan kişide ise mazoşizme neden olur. Bu bağlamda egemenlik sevginin patolojisini ortaya çıkarır. Dünyayı aydınlatmak sevgi işidir. Çünkü sevgi bir korku değil cesarettir: ‘Eğer ben hayatı ve içinde barındırdığı insanları sevmezsem hiçbir şekilde diyaloğa giremem.’
b.     Alçakgönüllülük olmadan da diyalog varolamaz. Bencil davranan bir devrimci lider asla bir lider olamaz. ‘Ben!’ demek ezenlere mahsustur ve devrimciler alçakgönüllü olmak yerine bencil olmayı seçerlerse ezenlerden olurlar. Bu da süreci en başa sarar.
c.      İnanç olmadan bir dava, bir devrim amacına hizmet edemez. Nasıl ki sevgi bir cesaret işiyse inanç da bir cesaret işidir. İnanan insan diyalog kurar, diğerlerine güvenir. Sonunda devrimin gerçekleşeceğini bilir.
d.     Diyalog umut olmadan da varolamaz. Umutsuzluk; dünyadan kaçmanın, sessizliğin, tepkisizliğin bir sonucu, bir nedenidir. Oysa devrimcilerin umutsuzluğa kapılmak gibi bir durumu olamaz. Çünkü dünyanın adaletsiz oluşu gibi kötü olan tüm özellikleri dönüşmesi için bir nedendir ve bu yüzden dünya dönüştürülmelidir. Adaletsizliğin ve kötü olan her şeyin varolan düzende tanımayı reddettiği insanlaştırmayı, insandışılaşmış topluma hatırlatacak olan devrim için bahane bulunmuştur; gerçek bir devrimci böyle bir bahaneyi gördüğünde umutsuzluğa kapılmak bir tarafa heyecanlanır, umut dolar. Umut varsa mücadele de vardır.

Diyalogcu insan eleştireldir. Eleştirel düşünür, sever, alçakgönüllüdür, inanır, umut doludur: tüm bunlar diyaloğun şartlarıdır. Eleştirel düşünmenin aksi olan naif, ezici düzene uyum sağlayıcı, statik, durağan düşünce diyebileceğimiz fikir asla bir devrimcinin aklına gelecek şey değildir, olamaz. Naif düşüncede varolan statüko korunmaya, ona ayak uydurulmaya ve ‘Devrimci düşünce hayalperestliktir’ zihniyetine kucak açmaya çalışılır. Bu kavramı ilk duyduğumda bana Türkiye’deki devlet memurluğu geldi. ‘Ben memur olayım, maaş garanti, e tatili de var… İşim de garanti ve rahat. Atılma derdi de yok… Oh mis.’ mantığı ülkemizde gelişmeye zincir vuran bir durumdur. Ve önüne geçilmelidir. Ancak kitapta da bahsedildiği gibi bu durum ancak hepimizin aynı amaç uğruna mücadele etmesiyle mümkün olabilir. O bağlamda bu nokta gerçekten üzerinde durulmayı gerektiriyor.
Dünyayı adlandırmak, dünyayı dönüştürmek, praksise ulaşmak; yaratmak ve sonrasında yeniden yaratmakla mümkün olabilir. Devrimciler varolan durumu daha iyiye taşımak için devrim yaparlar. Sonra yeni bir dünya yaratılmış olur, sonrasında daha iyi bir dünya için yeniden devrim yapılır ve sonra yeniden yaratılacak dünyalara yelken açılır. Gerçek bir devrimcinin asıl amacı budur. Eğitim yönetimindeki gelişimlere göz atıp örnekleyecek olursak: tarihte ortaya çıkan ilk kuramlar Frederick Taylor, Henry Fayol ve Max Weber ile ortaya çıkan kuramlardır. Bu kuramlarda insanın psikolojik yönü yerine fiziksel yönüne vurgu yapılmıştı. Bu mantığa sahip olan bir başka araştırmacı olan Alton Mayo ise ‘Hawthorne Deneyini’ yaparken tüm düşüncelerini değiştirecek bir şey bulmuştu ve bu onun fikirlerini değiştirecek bir şeydi. İnsanlar kendileriyle ilgilenildiğini, fikirlerinin dinlenildiğini (Uygulama alanında bir anlam ifade etmese bile) bildikleri zaman veya işyerindeki sosyal ilişkilerin önemi anlaşıldıktan sonra insanın psikolojik yönüne çalışılmaya başlandı. Anlatmak istediğim şey nasıl ki her alanda insanların değişimi (Amaç verimi artırmak dahi olsa) tarihsel süreçte dönüşüyor ve başkalaşıyorsa; devrimciler de bu şekilde dünyayı dönüştürürler.
Pek çok eğitim planı ve siyasi plan başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çünkü ezen kitle ezilen kitleyi değiştirmeye çalışır. Kendilerine hizmet etmeleri gerektiğini söyler. Ezilenlerin gömülmüş bilinçlerinin edilgenliklerini ‘doldurmaya’ çalışır. Oysa değiştirilmesi ve dönüştürülmesi gereken şey insanlar değildir, dünyadır. Gerçek bir devrimci lider bunu bilir ve ezilenlere ezenler tarafından ezildiklerini, ezenleri kendi içlerinde var ettiklerini, onlar olmazsa ezenlerin de olmayacağını fark ettirmeyi görev olarak kabul eder. Bu gerçek bir hümanistin görevleridir. Eğer devrimci lider bunu unutur ve devrim gerçekleştiğinde insanları kendine hizmet etmeye yöneltmeye çalışırsa da bu onu ezen yapar. Süreç tıpkı rol-model alma ilkesinde olduğu gibi ilerler ve böylece bu ilkeye bir örnek daha verilmiş olur. Bizim görevimiz halka kendi bakışımızı anlatmak değildir, onlara bunu dayatmak hiç değildir. Bizim görevimiz halkla görüşlerimiz ve bakışlarımız hakkında diyalog kurmaktır. Çölde vaaz verir gibi akıntıya karşı kürek çekmek değildir.
Hayvan ve insan arasındaki farka özetin ilerleyen kısmında değinilecektir. Fakat genel olarak şu şekilde bilinmeli: İnsan praksis ile yaşar, hayvan güdüleri ile yaşar. Ayrım yalnızca insanın praksis canlısı olmasındadır. Çünkü insan dönüştürücü ve yaratıcıdır. Dün + Bugün + Yarın = Sürekli Dönüşüm Süreci’dir. İnsan dününü bilir, bugünü yaşar, yarını tahmin eder. İnsanlık tarihseldir. Hayvanlığın bir tarihselliği yoktur. Tarihsellik beraberinde dinamizmi de getirir, sürekli hareket vardır, değişim vardır, dönüşüm vardır. Bu doğal kural da zaten praksise işaret etmektedir.
Bir devrimi kültürel eylem yapan en önemli şey diyalogdur. Diyalog derken kastedilen şey ise devrimci liderler ile halkın sürekli iletişim içinde olduğu, halkın sürece dahil olup aktif bir özne rolünü aldığı ve liderlerin yaptıkları işlerde halka karşı sorumlu oldukları bir eylem sürecidir. Bunun tersi bir durumda (yani diyaloğun olmadığı durumlarda) halk bir ‘şey’ den ibaret olur. Bu da halkı nesneleştirir. Nesneleştirmek ezenlerin bir özelliğidir.
Devrim; ezilen toplum içinde bir sosyal olgu olarak doğar ve kültürel bir eylem (Herkes tarafından kabul edilen, devamlılık sağlayabilen) olduğu sürece gerçekliğe uygun ilerler. İnsanları bu süreçte hayvanlardan ayıran en önemli temelde bulunan özellik praksistir. Çünkü hayvanlar değerlendirmeden yoksun, salt etkinlik içinde yaşamlarını sürdürürken; insanlar hem bedensel hem de zihinsel bir etkinlik amacı güden ve bu ikisinin birbirine indirgenememesini öne süren bu praksis aracılığıyla kendi dünyalarını dönüştürme ve anlama çabalarına sahiptir. Hayvanlar çalışmadıkları için belirli bir düzeni aşamazlar. Örneğin, kuşlar uçabilirler, yürüyebilirler belki bazı türlerine yüzebilir diyebiliriz. Ama hiçbiri bir balık kadar iyi yüzemez. Kuş kuştur, balık balıktır. Ama insan karada insan olur, denizde dalgıç olur, havada pilot olur… İnsanoğlu kendi dünyasını dönüştürmeye çalışır. Stabil değildir, dinamiktir, dinamik olmak zorundadır, olmak zorunda hisseder. Çaba ve emekle varolan insan; sorgular, eleştirir ve değiştirir.
Bu praksis insanlar arasında ikiye bölünürse, yani düşünme ve eylemsellik iki ayrı kutba atfedilirse ezen ve ezilen gruplar ortaya çıkar. Ezenler kendilerini düşünen, ezilenleri ise düşündüklerini yaptıracak nesneler olarak görürler. Bu durum manipülasyona yol açacağı gibi radikal bir biçimde insanlaşma dönüşümüne de engel olur.
Bu praksise yönelik hareket edecek iki tür lider vardır. Bunlar devrimci ve egemen liderlerdir. Bu iki önder yapıları gereği (Doğası gereği) zıtlaşmak zorundadır. Aksi halde çelişki yaratmış olurlar. Devrimci önderler ezilen grup içinden özgürlükçü bir hareket için yola çıkmış olanlardır. Diyalogcu olmak en önemli özellikleridir. Diyalogcu olmayan devrimci önderler ezen olma karakterine yönelirler. Amaçları özgürlük olmaktan çıkmaya başlamıştır, artık amaç iktidardır, egemenliktir. Bu da onları ezen haline getirir. Yani diyalogcu lider ve diyalogcu olmayan lider taban tabana zıt olan iki karakterdir.
Devrimci önder halk olmadan düşünemeyen, gerçek hayattan ve halktan kopuk olmayan ve daima özgürleşme adına halkla diyalog halinde olan değeri yadsınamayacak derecede olan bir önderdir. Egemen önderler halk olmadan düşünmeyi meziyet sayarlar; çünkü halkla iletişim halinde olmayı kendilerinin statüsüne zarar vereceğini sanırlar.
Egemen önderler halka sahte yüce gönüllülükle yaklaşırken devrimci önderler gerçek hümanistlerdir. Egemen önderler kendilerini halkın efendisi olarak görür ve ona göre hareket eder, devrimci önderler ise ne yandaş ne efendidir; onlar halka yoldaş olmak için vardır. Öyle ki devrimci önderler de kendi içlerinde ayrışırlar:
a.      Gerçek Devrimci  
b.     İntikamcı devrimci  (Kendi içinde devrimin temellerini çürüten bir bürokrasiye sahiptir.)
İntikamcı yolla yapılan bir devrim, devrim olmaktan çıkar. Çünkü başa geçecek olan intikamcı devrimci özgürleştirmeyi değil hükmetmeyi amaçladığından dolayı ezenlerden farksız bir duruma gelecektir. Devrimi özgürleştirmenin bir aracı değil, egemenliğin amacı olarak görürler. Zaten basit düşünceyle intikam kavramı kökeninde ‘kendine yapılanı sana bunu yapana yap’ mantığını içerir. Ezenlerin yaptığını yapmak ezenlerden olmayı gerektirir çünkü ezenler zaten öyle yaptığı için ezen olmuştur.
Devrimci ve egemen önderler bilim ve teknolojiyi de halk üzerinde farklı konumlandırır, farklı amaçlar edindirirler. Devrimciler halkın cahil olduğu mitini yalanlar ve bilim ile teknolojiyi insanı insanlaştırma yolunda araç olarak kullanır, halk burada bilginin öznesi konumundadır. Egemen önderler ise bilim ve teknolojiyi insanı ‘şeyleştirmek’ için kullanırken halkın cahil olduğu mitini baştan kabul edip halka ‘hükmedilmesi gerekilen’ bir topluluk gözüyle bakar. Burada da insan bilginin nesnesidir.
Devrimin meşru olması halkla diyalog halinde olup olmamasına bağlıdır. Diyalog peşinde radikal gerçekliği sürükler. İletişim ve ilişki içermeyen bir devrim halk için değil halk tarafından önderler için yaptırılır. Bu da doğru bir hareket değildir. Halk ve önder daima dayanışma ve birleşme içerisinde olmalıdır. Bir devrimi askeri darbeden ayıran en önemli özellik de budur.
Önder; sevgi dolu, cesur ve diyalogcu olmazsa halka nesne muamelesi yapar. Oysa ki halk tüm bu süreçlerde ‘özne’ olmak zorundadır. Marx’ın yabancılaşma kuramına göre insan için yaratılan bir tarih yoktur, insanın yarattığı bir tarih vardır. İnsan özne değil nesne olursa egemenlik altına girer ve hem çevresine hem kendi bilincine yabancılaştığını hisseder. Fakat nesne olduğunu fark etmeye başladığı zaman da özne konumuna geçemez. Eleştiri yapmaya başladığı an ancak ‘Beklentideki özne’ konumunda yer bulabilir.
Öyleyse eylem ve düşünce eşzamanlıdır. Ama bazı durumlarda eylem ertelenebilir ya da yerine başka bir şey konabilir. Bu tip durumlarda diyalogcu devrimler eylemsizlik ile suçlanamaz. Çünkü bu farkında olma durumu praksisin temel sağlayıcısıdır.
Devrimciler halkla diyaloğun önemine inanırlar ancak halkla diyaloğun iktidar olmadan yürütülemeyeceği ve eğitim sisteminin yapılanmasının da yine iktidarı ele geçirmeden eleştirilemeyeceği gibi iktidara muhtaçlık mevcutmuş gibi düşünürlerse devrimin, kültürel devrime uzanan kültürel bir eylem olarak birikimsel ilerleyen eğitimsel niteliğini reddetmiş olurlar. Çünkü devrimci süreç nitelik bakımından zaten eğitimcidir. Devrimci liderlerin bilmediği şey iktidarın önemsizliğidir çünkü iktidar sadece bir anlıktır ve sonrasında hiyerarşiye yer yoktur.
Nasıl ki (bankacı eğitim sistemi eleştirilirken) problem odaklı eğitim sistemi ‘öğrenen öğretmen, öğreten öğrenci’ sözüyle öğretmen ve öğrencilerin birlikte hareket etmesi gerektiğini söylediyse; ezenlere karşı ezilenler ve önderler birlikte hareket etmelidirler. Devrimciler ve önderler arasındaki diyalog birlikte hareket etmeye yönelik olursa devrim amacına bir adım daha ulaşır. Unutmamak gerekir ki: ‘Asıl devrim devrimci düşüncenin hayalperest olduğunu düşünen zihniyetleri dönüştürmektir.
Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisinde okuyanda hayatı sorgulatıcı etki bırakmak istiyor. Hayatı her gün aynı şeyleri yapmak ve günlük rutinleri ibadetleştirme olarak görmemek gerektiğini; onun yerine yaratma ve yeniden yaratmaya eğilmemiz gerektiğini içinde yaşadığımız dünyayı değiştirip dönüştürmenin bizim elimizde olduğunu söylüyor. Tarihin nesnesi olmaktan kurtulamazsak bile tarihin öznesi olmanın ne kadar büyük olduğunu ve bunun insan olma yolunda şart olduğunu vurguluyor. Bunu insanlaşma ile insandışılaşma çelişkisini çözümleyerek yapması ise hayranlık uyandırıcı.
Bu kitap bana çok şey kattı. Özellikle de eleştirel düşünme konusunda ve felsefi anlamdaki farkındalıkları kitabın üzerine harcadığım tüm zamanıma değdiğinin bir kanıtı niteliğindedir. Genel olarak Paulo Freire’nin üslubunun beni fazlasıyla zorladığını söylemeden geçemeyeceğim. Bu zorlama kötü anlamda bir zorlama değildi. Aksine tıpkı vücut çalıştıktan sonra gelen o gurur duydurucu kas ağrısı gibi bana bir şeyler kattığını hissediyor olmak motivasyon kaynağım oldu. Özellikle de yazarın kendi kitabı hakkında (daha kolay anlatabilmek adına) kendi kelimelerini oluşturması ilham vericiydi.
Yazarın fikirleri genel olarak benim sahip olduklarımla birçok noktada kesişti. Bu bağlamda ben okurken ‘Yalnız değilmişim.’ deme fırsatı buldum. Okullardaki bankacı eğitim sistemi kısmı benim yıllardır üstüne düşünüp hiçbir şekilde çözümünü üretemediğim bir konuydu. Farkındalık kazandırması bakımından en fazla o noktada etkilendim. Bir öğrencinin eğitim hayatı boyunca olan harcamalarının devlet tarafından karşılanan kısmı hiç de azımsanacak kadar değildir. Bu yüzden ‘bu problem çözümleyici eğitim sistemi dediğimiz sistem çok para ister’ demek bağnazlıktır, dogmatikliktir. İnsan zaten doğuştan kendini gerçekleştirmek ister. Üretmek ister. Nasıl ki ilkel çağlarda insanlar ‘dünyaya bir iz bırakmak için’ çocuk yapıyorlar ise, çağdaş dünyamızda da insanlar dünyaya ‘Bilgi’ bırakmak isterler. Hiç kimse de gösterilemez ki bu arzu ve isteği içinde yeşertmemiş olsun. Dolayısıyla insanlar var olan bir bilgiyi papağan gibi tekrar etmek yerine yeni şeyler üretmek, var olan bilgilerin üzerine düşünüp daha ileriye gitmek isterler. Paulo Freire bu konu hakkında ‘Bu durum ezenlerin işine gelmediği için bankacı eğitim sistemi kullanılır’ derken o kadar haklı ki…
Öte yandan genel anlamda kitabın fikirlerini fazlasıyla idealist buldum. Evet, söylenilen ve anlatılan her şey normatif açıdan bakıldığında olması gereken şeyler. Ama uygulama alanına geçilip konuşulanlar değerlendirilecek olursa gerçekçiliğinin biraz düşük olduğu kanısına varabiliriz. Herkesi bu farkındalığa davet edemeyiz, çünkü birçok insanın çıkarı var olan sistemden karşılanıyor. Çünkü kapitalizm bunu gerektiriyor. Ezenler de zaten ezdiklerinin farkındalar. Ezmekten haz almayanlar yok değil, ama onlar da var olan sistemde yaşamak için var olur haldeler. Bir diğer gerçeklik var olan dünyada ‘ezilenlerin lideri olma’ sıfatını taşıyan herhangi bir ‘sistem tehlikesi’ sistemin içine rüşvet aracılığıyla çekilmesidir[9]. İşin trajikomik tarafı bu rüşveti kabul etmeme olasılığında da ezilenler onu reddetmektedir (Eğer söylenilen dizinin ilgili bölümü izlenirse anlatılmak istenen daha somutlaşır). Şöyle ki; devrimci lider ezilenlerle birlikte sisteme baş kaldırdığı anda devrimci lidere hayatı boyunca sahip olamayacağı kadar iyi şeyler teklif edilir. Ve gerek teknoloji gerek bunca zamandır süregelmiş kültür kullanılarak o liderin bunu kabul etmesi sağlanır. Bireysel çıkarların devrimsel çıkarlara üstünlük sağlamasını zorunlu kılmayı kendine hedef edinmiş bir sistemdeki bu baş kaldırı, nasıl ki ezilenlerin elleriyle başladıysa ezilenlerin bizatihi kendileri ile de son bulmuş olur.
Teşekkür, bu kitabı okumamda büyük emeği ve sevgisi geçen sevgili Hande Bayrak'a teşekkürü bir borç bilirim. :)




[1] Stanford Hapishane Deneyi (Gardiyanların ve mahkumların rollerine kendilerini kaptırması açısından). Gönüllü olan insanlardan para karşılığında deneye katılmaları istenir. Kura ile yarısı gardiyan ve diğer yarısı mahkûm olur. Aradan zaman geçtikçe insanlar rollerine kendilerini kaptırırlar ve iki kutup ortada hiçbir sebep yokken sadece iki farklı kavramı temsil edecek şekilde düşman olurlar: Gardiyanlık ve Mahkumluk.
[2] Pareto, Elitlerin Dolaşımı Teorisi. ‘Güç sürekli dönüşür, el değiştirir.’
[3] BEHRENGİ, SAMET. Küçük Kara Balık.
[4] Marksist felsefeye göre Dünyayı dönüştürme fikri.
[5] ORWELL, GEORGE. 1984.
[6]Bir kişi başka bir kişiye elindeki yumurtayı verse, o da ona verse ikisinde de bir yumurta olmuş olur. Bir kişi başka bir kişiye bir bilgi verse, o da ona verse ikisinin de iki bilgisi olmuş olur.’ – Bir Çin atasözü.
[7] Sokrates.
[8] Frederick W. Taylor, Bilimsel Yönetim Yaklaşımı.
[9] Black Mirror dizisi, 1. Sezon, 2. Bölüm. 

Yorumlar

  1. Paylaşımınız için teşekkür ederim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rica ederim. İnstagram adresimiz: @danismapsikolojisi

      Sil
  2. Çok nitelikli bir kitap analizi-özeti olmuş. Ellerinize sağlık

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Teşekkürler.. :)

Popüler Yayınlar